Frida Kahlo, The Broken Column
Hastaneye kaldırıldığında hemşirenin ‘’Acaba yürüyebilecek mi?’’ diye bakan gözleri, doktorun ise ‘’Önce yaşayabilecek mi emin olalım’’ diyen ifadesi. Hayatın cilvesi, dün ile bugünün farkı, anın kıymeti…
Üç hafta yoğun bakımda, şuuru kapalı uyuduktan sonra uyandığı kabus ile evine giden Frida gördüğü beden karşısında çaresiz ama gelecek için umutluydu. Babasının elinde ne var, ne yoksa kızının iyileşebilmesi için satışa çıkarması, annesinin üzüntüsü, Kahlo ailesinde zamanı durdurmuştu. Kıpırdayamadan yattığı yerde, tek sağlam yeri ayağının resmini yapan Frida, kendine olan inancından asla vazgeçmiyordu. Bir gün tekrar ayağa kalkıp yürüyeceğine emindi. Ağrıları o kadar acı verdiği halde hayata tutunan bir beden, acı duymadan önceki hallerini hatırlayabiliyor muydu?
Frida (The Movie), 2002
İncecik narin bedeninin tümünü kaplayan bir alçı ile yaşama sarılmak onu eline boya kalemini alıp alçısını renklendirmekten alı koyamadı. Bu halini gören babası ise; kızının yattığı yeri resim dünyasına çevirmeye karar verdi. Tuvaller ve boyalar arasında, derin sızıların resimlerini yaptı.
İstemek, bir şeyi başarmanın yarısıdır. Frida da çok istedi ve bir gün mahkum olduğunu düşündüğü tekerlikli sandalyesinden azmi ile kalktı, bir daha da oturmadı.
Okul yıllarında tanımıştı, Diego Rivera’yı. Duvar resimleriyle ünlü, çapkınlıklarıyla nam salmış Meksikalı ressam. Kendisinden yirmi bir yaş büyük, gösterişsiz, etine dolgun görüntüsü, standartın altında karizmasıyla çoğu kadının ilgi odağı olmayı başaran Diego’nun yolunu tuttu. Üzerinde kırmızı elbisesi ile esmer güzelliğini ortaya çıkaran, elindeki bastonu ile de yıkılmadım ayaktayım dedirten genç kız. Bir elinde de tuvallerini sürükleye sürükleye Diego’nun kapısını çaldı.