- Katılım
- 26 Mar 2024
- Mesajlar
- 2,028
- Tepkime puanı
- 133
- Puanları
- 63
- İlişki Durumunuz
- Sizene
- Burcunuz
- Balık
- Takım
- Fenerbahçe
- Konu Yazar
- #1
Cumhuriyetin Ülkemize ve Bireylere, Özellikle Türk Kadınına Kazandırdıkları
Türkiye Cumhuriyeti, çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti'nin yıkıntıları arasından, Türk milletinin Atatürk'ün önderliğinde giriştiği mücadele ile hayat bulmuş millî bir devlettir.
Cumhuriyetin Türk toplumuna kazandırdıklarını anlamak için öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin dünya görüşünü ifade eden Atatürkçü düşünce sistemini, bir başka deyişle Atatürkçülüğü açıklamakta fayda bulunmaktadır. Atatürkçülük, Türk milletinin aklın ve bilimin rehberliğinde ileri bir toplum olarak en kısa sürede çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini, milletler ailesinin bağımsız, eşit ve şerefli bir üyesi olarak demokratik ve lâik kurallar içinde mutlu bir yaşam sürmesini amaçlayan, ilkeleri Türk toplumunun ihtiyaç ve isteklerinden doğmuş çağdaş bir düşünce sistemidir.
Bu düşünce sisteminin kaynağı, ülke gerçeklerinden, Türk milletinin ihtiyaç ve isteklerinden ve nihayet Türk tarihinin yapraklarından kaynaklanmıştır. Bu bakımdan kişisel bir düşünce değil, millî vicdandan kaynaklanan, milletimizin ortak arzu ve eğilimlerinin simgesidir.1
Hayatta en hakiki yol göstericinin ilim olduğunu kabul eden Atatürkçülük, akılcılığa, bilime verdiği değer ve sürekli yenilenmeyi mümkün kılan İnkılâpçılık ilkesi ile bugün olduğu gibi yarın da geçerliğini koruyacaktır. Bu konuya büyük önem veren Atatürk, "Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir" direktifi ile izlenmesi gereken yolu göstermiştir.
Bu gün Türk milleti, hayat anlayışından, modern görünüşüne kadar güzel olan ne varsa Atatürk'e ve O'nun kurduğu Cumhuriyete borçludur. Oysa Osmanlı Devleti'nden miras kalan hayat anlayışı, kısaca "bir lokma, bir hırka" diye toplum arasında yaygın olan ve insanları sadece öbür dünya için çalışmaya sevk ederek miskinleştiren bir anlayış idi. Ortaçağın dini taassubunu çöküş döneminde yaşamaya başlayan Osmanlı Devleti'nin bu döneminde bilim, sanat, devlet hayatı ve toplum hayatına hep bu, akıl ve mantığı, bilimi önemsemeyen düşünce hâkimdi. Örneğin bilimi üçe ayırmışlardı. Öğrenilmesi gerekli bilimler, öğrenilse de olur öğrenilmese de olur bilimler ve günah olan bilimler. Onlara göre dinî bilimler öğrenilmeliydi. Ancak tıbbı öğrensen de olur, öğrenmesen de olur diyorlardı. Çünkü hastalığı da sağlığı da tanrı verir, tanrı alır o yüzden tıpla uğraşmak boşa uğraşmaktır. Ancak astronomi ile uğraşırsan, yıldızları gözlemlersen tanrının işine karışmış olursun ki işte o zaman en büyük günahı işlersin. Bu düşünce şekli, Osmanlı Devleti'ni önce Avrupa'nın hasta adamı durumuna getirdi. Sonra da yıkılmasına neden oldu.
Atatürk, giriştiği silâhlı mücadele ile Türk vatanını düşman işgalinden kurtarmıştı, Ancak bununla yetinmedi, Yeni bir mücadeleye girişti. Bu mücadelenin adı çağdaş değerlere sahip bir devlet kurmaktı. Kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile hür düşünceli insanlar yetiştirildi. Toplum yaşamının her alanında yenilikler yapıldı. Yazılan yazıdan, giyilen başlığa, hukuktan, kullanılan takvime, ölçü ve tartı birimlerinden, tarih ve dil bilincine, toplum hayatının her alanında Cumhuriyetle birlikte inkılâplar yapıldı. Bu gün Türkiye'nin bulunduğu coğrafyada kendisi ile birlikte çağdaşlık atılımlarına başlayan komşularıyla kıyasladığında Cumhuriyetin Türkiye'ye kazandırdıkları çok daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu kazanımları ve bunları koruyabilmek için ne yapılması gerektiğini kısaca gözden geçirelim.
Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini oluşturan Türk unsurunun kimliği, Osmanlı Devleti içinde imparatorluk politikaları nedeniyle adeta unutturulmuştu. Fransız İhtilâli'nin etkisi ve devleti bölmek isteyen yabancı devletlerin teşvikiyle azınlık unsurlar arasında millî akımlar başlamıştı. Buna karşılık devleti sahip olduğu sınırlarıyla korumak amacıyla gerçekleştirilen ve millî duyguları geri plânda bırakan uygulamalar azınlıkların hareketlerini engelleyemediği gibi en büyük etkisini Türkler üzerinde göstermiştir. Türkler önce Osmanlılık siyaseti gereği Türklükten çok Osmanlılıklarını ön plâna çıkarmışlardır. Devlet bünyesindeki Hıristiyan unsurlar hemen hemen tamamıyla ayrıldıktan sonra bu sefer Müslüman fakat Türk olmayan unsurları elde tutabilmek için İslâm birliği politikası uygulanmış, ümmet bilinci işlenmiş ve yine millî değerler geri plâna atılmıştır.
Atatürk'ün önderliğinde başarıları Kurtuluş Savaşı ve arkasından gerçekleştirilen Türk Devrimi'nin iki temel özelliğinden biri millî olmak diğeri de lâik olmaktır. O, Türk insanının millî duygularını yeniden kazanabilmesi için tarihinden diline kadar her alanda çalışmalar yapmış ve yaptırmıştır. Kurduğu Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu çalışmalarının bir ürünüdür. Lâiklik yolunda yapılan atılımların amaçlarından biri de millî gelişmelere engel olan dinî taassubu kırmaktır. Atatürk her yaptığı işte Türklüğü ön plâna çıkararak ve Türklükle övünülmesi gerektiğini vurgulayarak hem insanımızın kendine güvenini yeniden kazanmasını hem de millî bir devlet olmanın gereği olan millî bilincin yerleşmesini sağlamaya çalışmış ve bunda başarılı olmuştur. Millî birlik ve beraberlik duygusu bu şekilde gerçekleşmiş ve Tüm dünyanın Türk mucizesi olarak adlandırdığı büyük başarılar kazanılmıştır.
Osmanlı Devleti'nden devralınan eğitim ise çok başlı ve toplumun ihtiyaçlarına karşılık vermekten uzak bir görünümdeydi. Bir yanda lâik eğitim veren, diğer yanda dinî eğitim veren kurumlar vardı. Bunların dışında denetimden uzak yabancı okulları yer almaktaydı. Bu çok başlı eğitim toplumda birbirine zıt ve düşman görüşlü insanlar yetiştirmekteydiler. Bu sorun da 3 Mart 1924 tarihinde TBMM'de kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ortadan kaldırılmıştır. Bu kanunla bütün Türk okulları Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı ve lâik eğitim veren kurumlar haline getirilmiştir. Daha sonra da yabancı ve azınlık okullarının bu ilkelere aykırı eğitim vermemeleri için buralar sıkı denetim altına alınmıştır.
Osmanlı Devleti'nden saltanat ve hilâfet kurumları devralınmış, bunlar uygun ortamlar elde edildikçe zaman içinde ortadan kaldırılarak millî hakimiyet ve lâik esaslara sahip kurumlar meydana getirilmiştir. Saltanat ve hilâfet kamburundan kurtulan Türkiye Cumhuriyeti, üyelerini Türk milletinin özgür iradesi ile seçtiği TBMM tarafından kabul edilen lâik kanunlarla yönetilmektedir.
Osmanlı Devleti, ekonomik açıdan da iflas etmişti. Osmanlı borçlarını tahsil etmek için kurulan Duyun-u Umumiye İdaresi devletin gelirlerine el koymuştu. Yok denebilecek kadar az olan sanayinin de çoğunluğu yabancılara aitti. Ülkedeki demiryolları ise yabancılarca işletildiği gibi, bir de bu yolların güzergahlarında imtiyazlar elde etmişlerdi.
Kapitülâsyonlar nedeniyle, Osmanlı Devleti kendi ülkesinde ekonomik kararlarını bağımsız olarak alamıyor, gümrük vergilerini kendi uygulayamıyor, kendi vatandaşlarına uyguladığı kanunlarını başkalarına uygulayamıyordu.